Türkiye’de işçi özyönetimi tartışmaları

Türkiye’de işçi denetimi mücadelesi

Türkiye’de, işçi denetimi ve işçi özyönetimi mücadelesi kapsamında üç farklı modelden söz edilebilir. Bunlardan ilki, grevler ve fabrika işgalleridir. Grevlerde ve fabrika işgallerinde işçilerce oluşturulan konsey/komite tipi örgütlenmeler eylemin örgütlenmesinde, taleplerin iletilmesinde ve işçilerin ihtiyaçlarının giderilmesinde önem kazanırlar. Konsey/komite tipi örgütlenmeler, “işçi demokrasisi”nin yaşam bulduğu somut deneyimler olarak karşımıza çıkar.

İşçi denetimi çerçevesinde değerlendirilebilecek ikinci model, başta kooperatifler olmak üzere sosyal ve dayanışma ekonomisi çerçevesinde değerlendirilebilecek girişimlerdir. Son dönemde, geleneksel kooperatifçiliğin eleştirisini içeren ve dayanışmacı ilişkiler geliştirmeyi amaçlayan yeni tarz kooperatifçiliğin hem kuramsal hem pratik anlamda geliştiği görülmektedir. Sayısı artan üretim/tüketim kooperatifleri, ekolojik köyler, takas pazarları, kent bostanları, dayanışma ağları ve benzeri oluşumlar bu kapsamda değerlendirilebilecek girişimlerdir.

İşçi denetimi/özyönetimi çerçevesinde değerlendirilebilecek üçüncü model doğrudan eyleme dayalı işçi özyönetimi mücadelesidir. Türkiye’de 60’lı ve 70’li yıllarda işçi özyönetimi örnekleri görülmüştür ve bu deneyimlerden bazıları birkaç ay bazıları ise daha uzun süre yaşamıştır. Günümüzde doğrudan eyleme dayalı tek işçi özyönetimi örneği Özgür Kazova Tekstil Kooperatifi’dir. Kazova tekstil fabrikasında, ücret ve bağlı haklara ilişkin mücadele işçi denetimi/özyönetimi mücadelesine dönüşmüştür.

Türkiye’de işçi denetimi ve özyönetimi üzerine tartışmalar

Türkiye’de işçi özyönetimi üzerine tartışmalar ise yakın zamana kadar Yugoslavya özyönetim modeli üzerinden yürütülmüştür. Yugoslavya’da 1950 yılından sonra uygulanmaya başlanan ve adına “özyönetim” denilen sistem, işçilerin konseyler aracılığıyla işletme yönetimine katılımını içermekteydi. Yugoslavya özyönetim modeli bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ilgi uyandırmış ve sıklıkla hem kapitalist hem de sosyalist sisteme bir alternatif olarak değerlendirilmiştir. Yugoslavya özyönetim modeli, başta Almanya olmak üzere kapitalist sistemde “yönetime katılma” ve benzeri uygulamalara bir alternatif olduğu kadar dönemin sosyalist rejimlerindeki merkeziyetçi yapının ve yaklaşımın da bir alternatifi olarak görülmüştür.

Türkiye’de işçi özyönetimi üzerine ilk ve temel çalışmalara bakıldığında, Nurhan Akçaylı (1978), Sacid Adalı (1980), İlhan Atilla Dicle (1980), Alpaslan Işıklı (1980), Cahit Talas (1997), Kadir Cangızbay (2003) ve Caner Sancaktar (2015) isimleri öne çıkmaktadır. Bu çalışmalarda işçi özyönetimi genellikle Yugoslavya özyönetim sistemi üzerinden tanımlanmakta ve Almanya yönetime katılma modeli ile karşılaştırılmaktadır.

Örneğin Nurhan Akçaylı (1978), çalışmasında Almanya yönetime katılma modeli ile Yugoslavya ve Demokratik Alman Cumhuriyeti’nde özyönetim olarak adlandırılan modeli karşılaştırmaktadır. Akçaylı özyönetimi, “geniş anlamda toplumu yönlendirecek bir yönetim biçimi, dar anlamda ise bir fabrika, bir işletme yönetim biçimi” olarak tanımlar. Devamında, özyönetimin yönetime katılma modelinden farklarını iki ilkeyle açıklar. Birincisi, özyönetim, sosyalist bir toplum düzenidir ve ikincisi, özyönetimin temelinde ‘sosyal mülkiyet’ ilkesi yatar. Sosyal mülkiyet ya da toplumsal mülkiyet kavramı ile üretim araçlarının ne özel mülkiyet ne de devlet mülkiyeti altında olmadığı, işçilerin yönetiminde olduğu bir mülkiyet biçimini kast edilmektedir. Özyönetimi, “Yugoslavya’ya özgü bir uygulama şekli” olarak sunan Akçaylı, “bu modellerin Türkiye’de KİT’lerde ve özel sektörde uygulanma şansı var mıdır” sorusunu tartışır.

Sacid Adalı (1980), çalışmasında katılmalı yönetimin (gestion participative) çeşitlerini şöyle sıralamaktadır: ‘yönetime katılma’ (participation), ‘mali sonuçlara katılma’ (interessement), ‘işçi ortaklığı’ (actionnariat), ‘birlikte yönetim’ (cogesiton), ‘işçi kontrolü ve işçi kooperatifleri’ ve son olarak ‘özyönetim’ (autogestion). Adalı’ya göre, “Zaten yetki devri de dahil kâra katılma, ortaklık, birlikte yönetim, özyönetim gibi çeşitli katılmalı yönetim sistemlerinin, bütün gayret ve çırpınmalarının tek ve basit bir hedefi vardır: Personeli daha çok sorumluluk sahibi yapmak, modern toplumun şartları ile olan uyumsuzluklarını ortadan kaldırmak, onu yabancılaştırmadan kurtarmak.” Adalı, toplumların teşkilatlanmasında beş safha olduğunu ve özyönetimin dördüncü safhada yer aldığını aktarır. Buna göre, birinci safha ‘heterogestion’, yani kişinin asli işlerinin başkaları tarafından idare edilmesi; ikinci safha ‘kazançlara katılma’; üçüncü safha ‘birlikte yönetim’ iken; dördüncü safha kendi içinde ikiye ayrılıyor: kapitalist ülkelerde ‘işçi kontrolü’ ve sosyalist ülkelerde -yani Yugoslavya’da- ‘özyönetim’ sistemi. Adalı, beşinci safhayı da ‘autarchisme’, yani bir kişiye dayanan monarşik yahut birkaç kişiye dayanan oligarşik idarenin yerini sosyal bir sınıfın kendi gayretiyle ele alması ve kendi kendini bizzat idare etmesi olarak tanımlıyor. Görüldüğü gibi, Adalı işçi denetimini ve işçi özyönetimini (ilki kapitalist ve ikincisi sosyalist ülkelerde olmak üzere) “toplumların teşkilatlanmasında dördüncü safha” kapsamında değerlendiriyor. Ayrıca Adalı, özyönetim için “katılmalı yönetim sisteminin bir alt sistemini teşkil etmektedir” ifadesini kullanıyor.  

İlhan Atilla Dicle (1980), özyönetimi, “en genel anlamda, bir işletmenin, o işletmeyi oluşturan tüm işgörenler tarafından ya doğrudan doğruya ya da temsilcileri aracılığıyla yönetilmesidir” şeklinde tanımlar ve özyönetimde özel mülkiyetin yerini toplumsal mülkiyetin aldığını belirtir. Dicle, özyönetimde işletmenin, toplum adına işçilerce yönetildiğini ifade eder ve yerinde bir uyarıyla, özyönetimin yönetime katılmanın bir biçimi olmadığına dikkat çeker. Dicle, “Yönetime katılmada ana varsayım, işletmeyi yönetme hakkının ilke olarak işletme sahiplerine verilmiş olması, işletmede çalışanların ise belirli oranlarda yönetime katılmalarıdır. Buna karşılık özyönetimde işletmeyi yönetme hakkı doğrudan doğruya işletmede çalışanlara verilmiştir” şeklinde devam eder. 

Cahit Talas (1997) özyönetimi, işçilerin işletme yönetimine ve kararlara katılmalarının en ileri aşaması olarak tanımlar. Talas’a göre özyönetim, sosyalist ülkelerde uygulanan, mevzuata dayalı ve genellikle ekonominin kamu kesimini kapsayan bir sistemdir ve işçi için özyönetime katılmak bir ‘hak’ konusudur. Yani, özyönetime katılmak işletmede çalışan her düzeydeki personel için bir haktır. Talas’a göre, özyönetimde işçiler için temel saik ekonomiktir, kar ve gelirden pay almaktır. Bu işletmelerin mülkiyeti değil, yönetimi işçilere aktarılmaktadır.

Işıklı (1980) ve Sancaktar’ın (2015) çalışmaları benzer bir yapıya sahiptir. İki çalışmada da öncelikle özyönetim kuramları tartışılmakta ve ardından Yugoslavya modeli ele alınmaktadır. Başlangıç noktası olarak ‘ütopyacı sosyalizm’in seçildiği her iki eserde de Proudhon, Marx, Gramsci gibi belli başlı isimlerden ve Sovyet deneyiminden geçilerek özyönetimin kuramsal çerçevesi çizilmekte ve ardından Yugoslavya deneyimi incelenmektedir. Bu iki çalışmanın önceki çalışmalardan farkı, özel olarak Yugoslavya modeline odaklanmalarıdır. Sancaktar’ın çalışmasında özyönetimin kapsamlı bir biçimde tanımlandığı belirtilmelidir.

Kadir Cangızbay (2003) ise çalışmasında sosyalizm ile özyönetim düşüncesi arasında bağlantıya, bu konudaki kuramsal birikime, geçmişteki özyönetim deneyimlerine ve Yugoslavya modeline yer verir. Cangızbay, işçi denetimin ve işçi özyönetiminin yönetime katılma ve benzeri uygulamalar ile aynı anlama gelmediğini özellikle vurgular ve detaylı bir biçimde açıklar.  

Görüldüğü gibi, Türkiye’de özyönetime odaklanan temel eserlerde işçi denetimi ve işçi özyönetimi genellikle Yugoslavya özyönetim sistemi üzerinden tanımlanmış ve değerlendirilmiştir. Elbette Yugoslavya, işçilerce oluşturulan konseylere dayalı özyönetim fikrinin ulusal ölçekte benimsendiği ve uygulandığı bir ülke olmasına bağlı olarak söz konusu ilgiyi hak etmektedir. Özellikle 60’lı ve 70’li yıllarda, dönemin sosyalist rejimlerine yönelik eleştiriler göz önüne alındığında, hem kapitalist hem de sosyalist rejimlere alternatif olarak görülen Yugoslavya deneyiminin dikkat çekmemesi mümkün değildir. Olumlu ve olumsuz yönleriyle Yugoslavya özyönetim modeli önemli bir deneyimdir ve bu deneyimle ilgili her tartışma o gün olduğu gibi bugün de değerlidir.

Ancak işçi denetimi ve işçi özyönetimi tartışmalarının büyük oranda Yugoslavya üzerinden yürütülmesinde bir sorun olduğunu belirtmek gerekir. Genel anlamda özyönetim düşüncesi ve denemeleri insanlık tarihiyle yaşıttır ve özellikle sanayi kapitalizminin ortaya çıkışından bugüne birçok ülkede sayısız işçi özyönetimi deneyimi yaşanmıştır. Bu deneyimlerden bazıları tek bir fabrikada/işletmede ortaya çıkmışken, bazıları bütün bir ülkeyi (ve birden fazla ülkeyi) etkileyecek güce ulaşmıştır. Örneğin, 1871 Paris Komünü günlerinde (Fransa), 1905 Devrimi ve 1917 Şubat Devrimi sonrasında (Rusya), 1919-20 “İki Kızıl Yıl” süresince (İtalya) ve 1918 Kasım Devrimi esnasında ve sonrasında (Almanya) konseyler ve komiteler temelinde yürütülen tartışmalar ve girişimler bunlar arasındadır. Yine örneğin, 1936-39 İspanya İç Savaşı boyunca başta Katalonya olmak üzere ülkenin birçok bölgesinde üretim özyönetime dayalı bir şekilde gerçekleştirilmiştir. 1968 Fransa’sında, 1969 İtalya “Sıcak Sonbahar” yıllarında ve 1974 Portekiz Karanfil Devrimi sonrasında işçi denetimi ve özyönetimi toplumsal mücadelenin önemli başlıklarından birini oluşturmuştur. Örnekler çoğaltılabilir. O halde, işçi denetimi ve işçi özyönetimi bahsinde Yugoslavya deneyimi -önemli olmakla birlikte- yalnızca bir örnektir.    

Günümüze geldiğimizde, işçi denetimi/özyönetimi tartışmaları ve deneyimleri bakımından Latin Amerika ülkelerinin öne çıktığı görülmektedir. Bugün Latin Amerika, hem doğrudan üreticilerin özyönetim deneyimleri hem de bu alandaki tartışmalar bakımından başı çekmektedir ve kapitalist mülkiyet/çalışma ilişkilerinin değiştirilmesi/dönüştürülmesi bahsinde ilgi uyandırmaktadır. Özellikle 90’lı yıllardan sonra “sosyal ekonomi” ve “dayanışma ekonomisi” gibi neoliberal modele ve kapitalist ilişkilere alternatif olarak değerlendirilen yaklaşımların önem kazanmasının arkasında Latin Amerika’daki özyönetim denemelerinin bulunduğunu belirtmek gerekir. Bu temelde, işçi denetimi/özyönetimi deneyimleri ve tartışmaları, ne Yugoslavya gibi ülkelerle tarihin tozlu raflarına terk edilebilir ne de dar bir çevrenin beyin jimnastiği olarak görülebilir. İşçi denetimi ve işçi özyönetimi üzerine konuşmak ve harekete geçmek, nasıl bir gelecek istiyoruz sorusuna yanıt aramak demektir ve bu soru belki de hiç olmadığı kadar günceldir.

Tam bu noktada, son yıllarda Türkiye’de, Arjantin ve Latin Amerika işçi özyönetimi deneyimlerine ve daha genel çerçevede sosyal ve dayanışma ekonomisine yönelik ilginin arttığı görülmektedir. Arjantin’de “empresas recuperadas” olarak adlandırılan (ve iflas eden bir işletmenin işçileri tarafından devralınması sonucu kurulan) işçi özyönetimleri dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ilgiyle izlenmektedir. Bu bağlamda işçi özyönetimi üzerine tartışmaların yönü de değişmeye başlamıştır. Yakın zamana kadar Yugoslavya üzerinden yürütülen işçi özyönetimi tartışmaları, son zamanlarda “empresas recuperadas” ve sosyal ve dayanışma ekonomisi üzerinden yürütülmeye başlanmıştır.

+ There are no comments

Add yours